5 Ekim 2010 Salı

onu muhtemelen bir daha hiç görmeyecektim.

Taksim'den eve dönmek için kovalıyordum o gün otobüsü.
Halbuki trafik vardı zaten fazla ilerleyemezdi, her türlü yakalardım.
Bir an önce eve gitmek istiyordum sanırım bu yüzden koşmuştum.
Tahimn ettiğim gibi otobüs 42T idi.
Zira DT1 olsa idi boş olurdu.
Tıklım tıklımdı.
Zar zor en arkaya geçip arka kapının merdivenine oturmuştum.
Kuaförüm balayına gittiği için 3 gündür kuaföre gidememe zorluğu ile karşı karşıyaydım bu gün dönmüştü ve 19.30'da kapatacaktı, yetişmeliydim.
Elimi cebime atıp telefonumu almıştım saatin kaç olduğunu öğrenmek için, ama saatin 18.30 olduğundan çok şarjımın son damlasında olduğu dikkatimi çekmişti.
Aman tanrım!
Deli gibi trafik vardı ve benim şarjım bitmişti!
Kuaföre yetişememeyi çoktan kabullenmiştim bir kere, şimdi ki sorunum o geçmez zaman çercevesinde müzik dinleyememek, facebook'a girememek, mesajlasamamak düşüncesinin dehşetinde idim!
Bu deli trafikte nasıl geçecekti zaman?
Sorular sorular...
Tam o an da omuzumda bir el hissettim, gayet nazik idi ama öyle derin düşünlerdeydim ki beni korkutmuştu.
Sıçrayarak döndüm arkama, az önce omzuma dokunan elin sahibi beni korkutmuş olmanın utancı ve şaşkınlığı ile özür diledi.
Sorun değildi tabi ki.
"Yanına oturabilir miyim?" demişti.
Yüzüne bakıyordum, temiz yüzlü biriydi.
Genelde hep bana çatan "apaçi"lerden değildi.
"Tabiki" deyip, merdivenin sağına doğru kaymıştım.
Elinde bir game boy vardı telefonumun şarjının bitmesinin verdiği eziklik ve çaresizlikle onu izlemeye başlamıştım.
Bu klasik oyunu herkes bilir, aynı renkteki en az 3 topu yan yana getirip yok edersin.
Görmediği her biri için içim gidiyordu.
Söylememek için kendimi zor tutuyordum ama muhabbet kurmak içinde can atıyordum.
Onca yol vardı, 5 dakikada 10 cm ilerliyorduk, ne olurdu iki çift laf etse idik?
Uzun süre böyle gitmiş idi.
Derken otobüsün freniyle çarpmıştım ona, ardından kibarca özür dilemiştim.
Önemli olmadığını, klasik istanbul trafiği olduğunu vs. söylemişti.
O anda gülümsemiştim.
Ardından oyunu bırakıp benimle konuşmaya başlamıştı.
Üstümde okul kıyafeti vardı, malum ilk sorusu kaçıncı sınıfta olduğumdu.
Önemi yoktu, konuşmaya başladığımıza sevinmiş idim.
Bende ona sordum, üniversite son sınıf olduğunu öğrenince biraz rencide olmuştum.
Ama benimle konuşmaya devam edince, aramızda ki yaş farkını önemsemediğini anladım.
Ne havalı birisiydi ne de başka bir şey.
İyiydi öyle.
Bi süre böyle sohbet ettik.
Yol boyu sohbet ettik.
Okullardan, mesleklerden, konserlerden, insanlardan...
Bu arada trafiğin çoktan açılmış, Beşiktaş'a varmış olduğumuzu o ineceğini söyleyince anlamış idim.
Giderken adını sormuştum yoksa onu söyleme niyetinde bile değildi, adını söyledi elimi sıktı ve ardından gitmişti.
Gidişiyle boşalan bi yere oturmuştum.
Gitmişti.
Hiç bir iz bırakmadan ne bi mail adresi, ne bir telefon.
Aslında iyisi mi hoşuma da gitmişti, gizemliydi.
Bir yandan da arkadaş olabilirdik.
Muhtemelen o otobüsten indikten sonra hayatının baş rolü olmaya devam etti.
O farklıydı.
Yaşın bir önemi olmadan benimle muhabbet etmiş, fikirlerini paylaşmış sıcak bir dostluk vermişti o kısa yolculukta.
Onu muhtemelen bir daha hiç görmeyecektim.
Belki yıllar sonra çarpıp içimizden küfür edip gideceğiz İstiklal'de.
Belki günün birinde onun çocuğu benim evimin ziline basıp kaçacak.
Bunlardan ikimizinde haberi olmayacak belki.
Ama onun kısa dostluğunu unutmayacağım.
Hayat garip.
--------
not: Ertesi gün bilgisayarı açtığımda birinin eklediğini gördüm, oydu, onun adıydı.
Heyecandan elim ayağıma dolaştı, ne yapacağımı bilemedim.
Nasıl olurdu, nasıl bulmuştu yoksa sadece isim benzerliği miydi?
Kabul ettim ve hemen online mı diye kontrol ettim.
Öyle bir isim bulamadım msnde.
Meğerse ablamın otamatik açılan msne gelmiş talep.

29 Eylül 2010 Çarşamba

doğru bildiğim bir yanlış daha.

Yalnız olmayı sevdiğimi sanardım, gerçekten yalnız kalmadan önce.
Hani öyle bir kaç saat tek başına oturmak değil kastım.
Yalnız kalmak.
Bir kalabalığın içinde tek başına kalmak.
Anneni kaybetmek gibi.
Sanki bir daha hiç olmayacakmış gibi.
Yalnız olmayı sevdiğimi sanardım, gerçekten yalnız olana kadar.
O kadar kolay değil.

19 Eylül 2010 Pazar

kadıköy halatı...


Bu gün Beşiktaş'dan Kadıköy'e geçiyordum.
Her zaman ki yerime oturmuştum, şu yukarı çıkılan merdivenlerin oraya.
Ve yine -her zaman ki gibi- mantıklı gelmişti oraya oturmak.
Hem sessiz sakin, hem manzara hem de Kadıköy'e vardığımda ayağı kalkmak yeterli olacaktı.
Şanslıydım ki eski vapur gelmişti, düzenim yerini bulmuştu.
Şu yeni yeni, gıcır gıcır vapurlardan biri gelseydi ne yapardım?
Nerede oturacağım, kimle oturacağım, dışarıda yer kalmamışsa rüzgarı nasıl hissedip denize bakacağım?
Sorular, sorular...
Tam bunları düşünürken, gözüme şu iskeleye gelince bağlanan halat ilişti.
Hani yeşil olan, bilirsiniz.
Nasıl da yıpranmıştı o öyle?
Çok ortak yönümüz olmalıydı orada, onunla.
Düşünün bi, bir halatla ne kadar ortak yönünüz olabilir ki?
Ama biz farklıydık orada, onunla.
Düşündüm o halatı uzun uzun, nasıl geçiyordu günleri?
Her gün aynı yol arasında git gel yapıyordu.
Bir taraftan, bir tarafa.
Vardığında sıkı sıkı bağlanıyordu iskeleye,
Bir taraftan, bir tarafa bir şeyler verebilmek için.
Veriyordu da, ama onlar elinde sonunda dönüyordu diğer tarafa...
Bu arada olan ona oluyordu sanırım, ne kadar bağlansa da sonra tekrar sökülüyordu.
Bu yüzdendi bu yıpranmalar.
Bir süre sonra bunun farkına varıyordu, ama hayatın ona verdiği görev buydu ve yapmak zorundaydı.
Ne kadar acı çekse de, yıpransa da.
Çok ortak yönümüz olmalıydı orada, onunla...

6 Eylül 2010 Pazartesi

eylül.

Eylül aynı severim.
O sıcak yaz günleri geride kalır, bir ferahlığa kavuşur hava.
Yeni bir başlangıç gibi.
Heyecanlı, biraz da hüzünlü.
Ve birazda düşündürür sanırım beni.
Zaman böyle geçerken, sevilen onca şey varken vazgeçtiğimiz ya da
-vazgeçmek zorunda kaldığımız- bir çok şey.
Değişen bir çok şey.
Sararıp solan bir çok şey.
Sizde düşünün Eylül ayında.
Bu yapraklar gibi neler düşüp gitti hayatımızdan.
Dönmeyecekler bir daha geri.

doğru bildiğimiz yanlışlar.

Tanrı tarafından mı seçildi bilemem, ama hayatta seçilmiş insanlar vardır.
Sizde onlardan biri olabilirsiniz.
Siz var ya siz, ölün daha iyi.
Siz ne yapsanız olmaz.
En zekisi olun, gene olmaz.
En iyisi olun, en kötüsü olur.
"Bal" diye bir şey var bu dünyada, (sanki başka dünya varmış gibi) o sizde yok. Diğerinde, ötekinde var o.
Sizi bilmem ama olumsuz ve ya karamsar biri değilim ben.
Sadece gerçekçiyim.
Biz 70 yerden çalışalım, 71. yerden yeriz darbeyi.
Ama bize asıl koyan bu değildir.
1'ine çalışanın geçmesidir.
Ama alıştık artık, hadi itiraf edin.
En azından ben "seçilmiş kişiler" arasından kendi adıma konuşuyorum.
Öğrendiğim tek şey; şeçilmek her zaman iyi değilmiş, bunu öğrendim.
İşin acısı bunu öğrenmenin de faydası olmadı. :)
Diğer öğrendiklerim gibi.
Ne kadar sıkı tutunursanız tutunun, siz zorladıkça daha çok savurur sizi o rüzgar.
Ben geç olsada anladım.
O yüzden zorlamayın, benim gibi kabul edin ve "seçilmiş kişiler"den olduğunuzun biran önce farkına varın.
Şimdi gidip buz dolabından bir elma alacağım, annem 2 kilo almış.
Bana 2 kilo elma içerisinde çürük olan gelecek bilirim, artık kabulümdür.
Öğrenilmiş çaresizlik.
Bülent Ortaçgil ne demiş;
"Ve sen ben değirmenlere karşı, bile bile birer yitik birer savaşçı"
Bak bu cümlede bizden bahsediyor, "seçilmişler"den.
Benim gibi seçildiğinin farkında olanlardan.
Ama gücüne gider mi bilmem şurada yanılıyor;
"Belki de en güzeli böyle..."
Değil.

24 Ağustos 2010 Salı

Her zaman iki seçenek vardır,
Ama her zaman tek doğru yoktur.
Bu yüzden bende arada sırada düşünürüm.
Daha iyi olamaz mıydı diye...
Ama alıştım, yatıştırır bazen hayat.
Hayat herkesi yaralar ama en çok seni.
Yalanları herkes söyler,
Ama en büyük yalan seninkidir bunu unutma.
Yollar zaten kirlidir,
Ama sen bastıkça daha çok kirlenir.
Ve yağmur herkese eşit yağar,
Ama en çok sen ıslanırsın.
Bu yüzden ben bazen bırakırım.
Ne yaparsa yapsınlar.
Çünkü benim hayallerimin büyüklüğünü ölçemezler.

20 Ağustos 2010 Cuma


Seni sonsuza dek kollarıma almak isterdim,
Yinede yeteri kadar uzun olmazdı...

5 Ağustos 2010 Perşembe

vur kaç.

Tavla oynamadan önce önce "Vur kaç yok ama!" diye mız mızlanırdın.
Keşke bende ilişkimize başlamadan önce "Vur kaç yok ama!" deseydim,
İlişkimizde bir oyundu nasıl olsa.
O zaman yanımda kalır mıydın?
Hiç değilse 'vurmadan' 'kaçardın' ha ne dersin?
Belki o zaman daha az acıtırdı.
Belki o zaman unuturdum bir süre sonra.
Bilemiyorum...

3 Ağustos 2010 Salı

bunu es geç.

Yüzünde, pazar sandığı günün
Pazartesi olduğunu öğrenmiş gibi bir hayal kırıklığı vardı.
Hani erkenden kalkarsın ya üşüyerek yataktan.
Aksilik ya çorabının tekini de bulamazsın.
Öyle işte.
Kalabalıktı otobüs her zaman ki gibi.
İnsanlara değdikçe utana sıkıla önüne bakıyordu.
Yere.
Ayak uçlarına.
Sanki insanların yüzüne bakmaya korkuyordu.
Benimle göz göze gelmeye korkuyordu.
Beni görmedi ama görmekten korkuyordu.
Çünkü onu izliyordum.
Daha fazla dayanamadı insanlara
İndi durakta.
Kravatını çocuğun kanayan dizine sardı.
Elinde ıslanmak üzere olan simiti çocuğa verdi.
Çocuk onu iki lokmada bitirdi.
Devam etti.
Üstümde okul kıyafetim vardı.
Yağmur onu benden daha çok ıslatmıştı.
İnsanlardan çekindiği gibi çekinmiyordu yağmurdan.
Artık okula gitmeliyim diye düşünüyordum.
Bir süre daha peşinden yürüdüm.
Durdu.
Karşıdan koşarak gelen kadınla birden sarıldılar.
Aptal gibiydim.
Bu muydu?
Hepsini kafamda mı yazmıştım?
Ne bekliyordum ki?
Eve gittim.
Günlerden cumartesiydi.
Üstümde okul kıyafeti vardı.
Onu bir daha görmedim.

2 Ağustos 2010 Pazartesi

onu bilirdim.

Onu bilirdim.
Yağmurdan kaçışırken onlar,
O yağmuru arardı da bulamazdı.
Bazen martılar geçerdi üstünden,
Ben bakardım...
Ama onu yine de bilirdim.
Bakardım da, göremezdim onu.
Saklanırdı kaldırımlardan aşağı,
Bulamazdım.
Şimdi ne o var ne ayak sesleri.
Şimdi aramaz oldu, saklanmaz oldu.
Gözlerim onu arar oldu.
Çünkü onu bilirdim.
Yağmuru arardı.
Bazen martılar geçerdi üstünden.
Ben bakardım...

neacı.

Güven nasıl bir şey ki;
Bir an da hiç tanımadığın birine onu armağan edersin.
Zaman önemli değil.
Kişi önemli değil.
Bir an da oluşu verir işte.
Doğru mu bu peki?
Doğru bu kadar acıtır mı?
Belki de yanlış olan 'güven duymak' değil de;
Yanlış olan birine 'güvenmek'.
'İnanmak'.
Nasıl engellenir ki bu?
Engellenemez ki.
Bir an da oluşu verir işte.
Güvenirsin ve ya güvenmezsin.
Ortası olmaz ki bunun .

Şimdi düşünüyorum da,
Güven hep boşa mı çıkartılır?
Birine ne kadar güvenirsen, o kadar yanılır mısın?
Ne kadar inanırsan, o kadar yıkılır mısın?
Anladım .
İnandığın doğruların 'hiç' olması ne acı .
Hiçlere değer vermek ne acı .
En kötüsü de güvendiğin için güven duygunu yitirmek .
Ne acı.
Şimdi tekrar güvenmek;
Okyanusta dalgalar gibi,
Gidip de gelememek gibi,
Görüp dokunamamak gibi,
Ne acı
Ne acı .