29 Eylül 2010 Çarşamba

doğru bildiğim bir yanlış daha.

Yalnız olmayı sevdiğimi sanardım, gerçekten yalnız kalmadan önce.
Hani öyle bir kaç saat tek başına oturmak değil kastım.
Yalnız kalmak.
Bir kalabalığın içinde tek başına kalmak.
Anneni kaybetmek gibi.
Sanki bir daha hiç olmayacakmış gibi.
Yalnız olmayı sevdiğimi sanardım, gerçekten yalnız olana kadar.
O kadar kolay değil.

19 Eylül 2010 Pazar

kadıköy halatı...


Bu gün Beşiktaş'dan Kadıköy'e geçiyordum.
Her zaman ki yerime oturmuştum, şu yukarı çıkılan merdivenlerin oraya.
Ve yine -her zaman ki gibi- mantıklı gelmişti oraya oturmak.
Hem sessiz sakin, hem manzara hem de Kadıköy'e vardığımda ayağı kalkmak yeterli olacaktı.
Şanslıydım ki eski vapur gelmişti, düzenim yerini bulmuştu.
Şu yeni yeni, gıcır gıcır vapurlardan biri gelseydi ne yapardım?
Nerede oturacağım, kimle oturacağım, dışarıda yer kalmamışsa rüzgarı nasıl hissedip denize bakacağım?
Sorular, sorular...
Tam bunları düşünürken, gözüme şu iskeleye gelince bağlanan halat ilişti.
Hani yeşil olan, bilirsiniz.
Nasıl da yıpranmıştı o öyle?
Çok ortak yönümüz olmalıydı orada, onunla.
Düşünün bi, bir halatla ne kadar ortak yönünüz olabilir ki?
Ama biz farklıydık orada, onunla.
Düşündüm o halatı uzun uzun, nasıl geçiyordu günleri?
Her gün aynı yol arasında git gel yapıyordu.
Bir taraftan, bir tarafa.
Vardığında sıkı sıkı bağlanıyordu iskeleye,
Bir taraftan, bir tarafa bir şeyler verebilmek için.
Veriyordu da, ama onlar elinde sonunda dönüyordu diğer tarafa...
Bu arada olan ona oluyordu sanırım, ne kadar bağlansa da sonra tekrar sökülüyordu.
Bu yüzdendi bu yıpranmalar.
Bir süre sonra bunun farkına varıyordu, ama hayatın ona verdiği görev buydu ve yapmak zorundaydı.
Ne kadar acı çekse de, yıpransa da.
Çok ortak yönümüz olmalıydı orada, onunla...

6 Eylül 2010 Pazartesi

eylül.

Eylül aynı severim.
O sıcak yaz günleri geride kalır, bir ferahlığa kavuşur hava.
Yeni bir başlangıç gibi.
Heyecanlı, biraz da hüzünlü.
Ve birazda düşündürür sanırım beni.
Zaman böyle geçerken, sevilen onca şey varken vazgeçtiğimiz ya da
-vazgeçmek zorunda kaldığımız- bir çok şey.
Değişen bir çok şey.
Sararıp solan bir çok şey.
Sizde düşünün Eylül ayında.
Bu yapraklar gibi neler düşüp gitti hayatımızdan.
Dönmeyecekler bir daha geri.

doğru bildiğimiz yanlışlar.

Tanrı tarafından mı seçildi bilemem, ama hayatta seçilmiş insanlar vardır.
Sizde onlardan biri olabilirsiniz.
Siz var ya siz, ölün daha iyi.
Siz ne yapsanız olmaz.
En zekisi olun, gene olmaz.
En iyisi olun, en kötüsü olur.
"Bal" diye bir şey var bu dünyada, (sanki başka dünya varmış gibi) o sizde yok. Diğerinde, ötekinde var o.
Sizi bilmem ama olumsuz ve ya karamsar biri değilim ben.
Sadece gerçekçiyim.
Biz 70 yerden çalışalım, 71. yerden yeriz darbeyi.
Ama bize asıl koyan bu değildir.
1'ine çalışanın geçmesidir.
Ama alıştık artık, hadi itiraf edin.
En azından ben "seçilmiş kişiler" arasından kendi adıma konuşuyorum.
Öğrendiğim tek şey; şeçilmek her zaman iyi değilmiş, bunu öğrendim.
İşin acısı bunu öğrenmenin de faydası olmadı. :)
Diğer öğrendiklerim gibi.
Ne kadar sıkı tutunursanız tutunun, siz zorladıkça daha çok savurur sizi o rüzgar.
Ben geç olsada anladım.
O yüzden zorlamayın, benim gibi kabul edin ve "seçilmiş kişiler"den olduğunuzun biran önce farkına varın.
Şimdi gidip buz dolabından bir elma alacağım, annem 2 kilo almış.
Bana 2 kilo elma içerisinde çürük olan gelecek bilirim, artık kabulümdür.
Öğrenilmiş çaresizlik.
Bülent Ortaçgil ne demiş;
"Ve sen ben değirmenlere karşı, bile bile birer yitik birer savaşçı"
Bak bu cümlede bizden bahsediyor, "seçilmişler"den.
Benim gibi seçildiğinin farkında olanlardan.
Ama gücüne gider mi bilmem şurada yanılıyor;
"Belki de en güzeli böyle..."
Değil.